9 Mart 2014 Pazar

Aksiyon 31 Kadıköy

Bugün gezilerimizin 31.sini gerçekleştirdik Kadıköy'de. Ard arda bir kaç kilise gezdik ve çok keyifli idi. Surp Takavor Ermeni Gregoryan Kilisesi, Aya Eufemia Rum Ortodoks Kilisesi, Surp Levon Ermeni Kilisesi ve All Saint İstanbul Presbiteryen Kilisesi.


Ben daha çok bu gezimizde All Saint İstanbul Presbiteryen Kilisesinde edindiğim bilgileri paylaşacağım. Kilisenin Pastör'ü Turgay Üçal'dan dinlediğimiz Kilisenin geçmişi ve kısa bir dinler değerlendirmesi oldukça keyifli geçti. Türkiye'deki Hristiyan nüfusun toplam 100.000 civarında, Protestan Hristiyanların ise 400 aile civarında olduğunu öğrendik (2012 Wikipedia verisine göre 7000 kişi). Hiç kimseyi kırmadan ve farklı dinde olduğumuzdan bizim anlayabileceğimiz dilden izah etti kendi inançlarını. Biz genel olarak İslam ile karşılaştırmalı sorular değil de diğer gezdiğimiz kiliselerde öğrendiklerimizi bir de Protestan inancı açısından öğrenmek istedik ve buna dair sorular sorduk. Turgay Bey de yorulmadan heyecanla cevapladı sorularımızı. Aklımda iki cümlesi yer etti:

* "Ülkemizde o kadar büyük sorunlar var ki ve yıllardır tekrar tekrar yaşıyoruz bunları. Açlık, yolsuzluk... Ben 52 yaşındayım ve emekliyim 1000 TL emekli maaşı alıyorum, bir ailenin bununla geçinmesi imkansız, bu şartlar altında dinsel farklılıklarımızdan dolayı birbirimize eziyet etmemiz anlamsız. Din, bu şartlar altında lüks bir şey."
Biraz daha izah etti, buradaki "lüks" kelimesinin seçimi kişisel anlamda dinin lükslüğü değil, devletin din üzerine bu kadar düşmesi anlamında. Önce diğer sorunları halledin diyor Turgay Bey. Haksız da değil.

* "Eğer siz bütünü bölerseniz (Hristiyan, Musevi, Müslüman, Alevi,...) putlaştırırsınız inandıklarınız. Yaratıcı ancak bütüne varıldığında bulunabilir."
Burada da güzel bir tespit yapıyor. "Yaratılanı severim Yaratandan ötürü" sözüne paralel bir cümle aslında.

Sözlerinde Kuran'dan, Yunus'tan, Mevlana'dan alıntılar yapıyor. Zaten uzun bir süre müslüman kimliği ile yaşamış, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü okumuş. Kuran'a, İncil'e ve Tevrat'a haiz birisi. Bir örnek verirken üç kitaptan da ayetler okuyarak veriyor.

Protestan kilisesinin ilginç bir özelliği var, Ruhban sınıfına karşılar. Yani bir Rahip'lik kavramı yok, daha çok ruhani liderleri seçimle gelen insanlar ve Vatikan'a bağlı olmak yerine ihtiyar heyetine hesap veriyorlar. İhtiyar heyeti de 3 yılda bir seçiliyor.

Özellikle İstanbul'da yaşıyorsanız mutlaka gezip görmeniz gerekiyor.

Daha fazla bilgi için:
http://turgayucal.blogspot.com.tr/
http://allsaintsmoda.net/

29 Eylül 2012 Cumartesi

Fatih ve Sultan ve bir zamanların şımarık Şehzade Mehmed'i: 5N1K

Fatih Sultan Mehmed Han'a herkes hayrandır herhalde. Kim olduğunu tarih kitaplarından, neye benzediğini genelde yan profil boyamalardan öğrenmişizdir. Çoğunluğu ise basma kalıp sözlerden ibarettir, tarih öğretenlerin ya üşengeçliğinden ya da ezberciliğinden böyle olduğunu tahmin ediyorum.
İstanbul Gezginleri'nin 14. gezisindeki ziyaret planımızda önce Molla Hüsrev Camii, sonra Şeyh Ebul Vefa Camii ve sonra Molla Gürani Camii'ne uğrayacağız, hemen hemen dipdibe sayılırlar.

Bahsi geçen 3 ismin kesişim kümesinde ise Fatih Sultan Mehmed var. Bu isimlere ek olarak da Akşemseddin Hazretlerini konuşacağız. Bu güzel insanların bir hergeleden nasıl bir cihan padişahı yaptıklarını inceleyeceğiz/anlamaya çalışacağız.

Şehzade Mehmed 30 Mart 1429'da dünyaya gelir. Tam bu zamanlar için anlatılan bir hikaye vardır, hocalarından ilki, Akşemseddin ile tanışmasının hikayesidir.

Hacı Bayramı Veli 3 kez Edirne'yi ziyaret etmiştir. İkameti normalde Ankaradadır. İlk ziyareti 1421 yılında olmuştur. O zamanlarda Şeyh Bedrettin isyanını yaşamış olan toplumda bir yenisi daha yaşanır diye Hacı Bayramı Veli ve tarikatı Sultana şikayet edilir ve Sultan, Bayramı Veli Hz.'nin zincire vurularak getirilmesini emreder. Askerler Ankara sınırına geldiğinde Bayramı Veli Hz. ve öğrencileri onları beklemektedir. Beraberce Edirne'ye dönerler. II. Murad şikayetlerin gereksiz olduğunu görür ve Bayramı Veli Hz.'ni çok sever, öğrencilerinin üzerinden askerlik zorunluluğu ile vergiyi kaldırır. II. Murad 1422'de son kez kuşatır İstanbul'u ve yine gerisin geri dönmek zorunda kalır, belki de bu yüzden Hacı Bayramı Veli ile sonraki muhabbetlerinde İstanbul mevzusu açılmıştır.

1426 yılında Uzunköprünün açılışı için ve son olarak 1429 yılında Edirne'ye gelir. Son gelişinde Şehzade Mehmed'i de görmüştür. II. Murad, İstanbul'u fethetmeyi çok istemiş ve 2 kez kuşatmıştır ama bir türlü alamamıştır. Ömrünün kafi gelip gelmeyeceğini de bilmemektedir. O dönemdeki Veliler şimdikilerin çoğu gibi çakma olmadığından maneviyatları yüksek Tasavvuf ehilleridirler ve içlerine geleceğe dair ilahi bildirimler düşer. Bunu bilen ve kıymet veren II. Murad, Hacı Bayramı Veli Hz.'ne İstanbul'un kendisine nasip olup olmayacağını sorar.  Hacı Bayram Veli, Padişah ile arasına konulan bebek Mehmed'in beşiğine uzanarak Fetih Suresini okur ve sessizce bir dua mırıldanır. II. Murad sorusunu tekrar eder ve aldığı cevab o andan itibaren tarihin akışını değiştirecektir: "Padişah’ım sana İstanbul’u almak nasip değildir. Fakat Yüce Peygamber’in hadisinde de belirttiği gibi İstanbul mutlaka feth olunacaktır. İstanbul’u senin şu beşikte yatan şehzaden Mehmed’le yanımızda oturan müridimiz köse Akşemseddin alacaktır. Fethi mübin bu ikisine nasip olacaktır. Ben dahi bu fethi göremeyeceğim."

Bu hikayede kafama takılan nokta çoğu kaynakta Fatih Sultan Mehmed'in doğum yılı 1432 olarak verilmektedir. Hacı Bayramı Veli Hz.'nin vefatı ise 1429/1430 olarak yer almaktadır. Biraz daha araştırma yaptığımda Sultan Mehmed'in 1432 değil 1429 tarihinde doğduğunu teyit ettim ve hikayenin doğruluğuna kanaat getirdim.

Velhasılıkelam Şehzade Mehmet henüz kundakta iken, Lalası Akşemseddin ile tanışmıştır.Akşemseddin Hz. 1389 yılında doğduğuna göre o tarihte 40 yaşında idi. Hacı Bayramı Veli'nin sofrasına zincirle gelen bir tasavvuf ustasıydı ve Bayramı Veli Hz. kendinden sonra Akşemseddin ile Bıçakçı Ömer'i vekil bırakmıştı. O derece önemli bir şahsiyetti aslında. Çoğu yerde ustasının kendisine Köse dediği yazıyor ancak temsili fotoğraflarına baktığınızda kocaman sakalı olduğu görülüyor, bunu ben de anlamadım.

Şehzade Mehmed'i değerlendirmek için o dönem içinde bulunduğu durumu ve Hocalarının donanımlarını da doğru anlamak lazım. Şehzade Mehmed 8 yaşında 1437 yılında Saruhan (Manisa) sancak beyi olmuştur. Bu bir sonraki padişahın büyük ihtimalle kendisi olacağı anlamına gelmektedir zaten. Hacı Bayramı Veli tarafından da İstanbul'u fethedeceğinin müjdesi geldiğinden el üstünde tutulmaktadır en başından beri. Düşününki 8 yaşında bir çocuk bu kadar ilgiyi elbette kaldıramaz ve şımarır. Şehzade Mehmed de şımarık çağlarını yaşamakta ve hocalarının sözünü dinlememektedir. Akşemseddin Hz. neredeyse 50 yaşındadır o vakitlerde, belki yaşından belki mizacından ötürü şımarıklığına dair bir şey yapmamıştır.

Ancak bir müddet sonra Molla Gürani (Suriyeli demek) gereken ağırlığı koyacak ve Şehzade Mehmed'i Sultan olma yolunda daha karakterli bir kişi haline getirecektir.

Molla Gürani, Molla Yegan tarafından II. Murad'a tavsiye edilmiştir. Heybetli, tok sesli ve konuştuğunda herkesi susturacak kadar ağırlığı olan biridir. II. Murad kendisine 2 görev (Murad-ı Hüdavendigar Medresesi, Yıldırım Medresesi) vermiştir ve taviz vermez tavrını sınamış ve görmüştür. Bunun üzerine Şehzade Mehmed'in eğitimine dahil ederek, gerekirse dövebileceğini söylemiştir, Padişah öyle bezmiştir ki "eti de senin kemiği de, O bundan sonra senin de oğlun, var bildiğin gibi işle" diyerek Şehzadesini bir öğretmene teslim etmiştir böylece.

Molla Gürani Manisa'ya varır ve Şehzadeyi eğitim için yanına çağırır. Dikkat edin, burada sadece Şehzade değil, Manisa Sancak Beyidir de Mehmed, yani oranın en üst yöneticisidir aslında. Molla Gürani, hizmetçilere bile saygı gösterirken Şehzadeye göstermez, Şehzade bir yere oturur, Gürani "kalk şuraya otur" der, görmezden gelir. İlk derste Şehzadeden arapça "dövmek" filiini çekmesini ister. Mehmed, belki gıcıklığına belki bilmediğinden (zannetmiyorum) çekimi çok kötü yapar. Bunun üzerine Molla Gürani yüksek sesle kendisi çekmeye başlar:

- döverim... seni döverim... seni öyle bir döverim ki...

İşin sonunda rezil olmak da olduğunu anlayan Şehzade Mehmed, kendini toparlar ve kısa zamanda Kuran'ı hatmeder. Bunu gören II. Murad şaşkınlığını gizleyemez ve Molla Gürani'ye hediyeler vermek ister ve hatta Vezirlik teklif eder ancak Gürani Hz. "Onu isteyene verin Sultanım. Yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra!" der ve reddeder.
Sadece dini eğitim de değil, İstanbul'un vaadedildiği bir padişahın çok daha fazlasını bilmesini ister ve Anconal Giriaco hocanın eğitimi ile Avrupa tarihi, Sırpça, Latince ve Rumca da öğretir. Sonrasında geometri, aritmetik ve astronimiden de eğitim aldırır.

Herkes İstanbul'un fethi için Şehzade Mehmed'i donanım olarak en yükseğe çıkarmaya çalışmaktadır. Bir taraftan Akşemseddin (Daha o yıllarda mikrobu keşfetmiştir), bir taraftan Molla Gürani eğitimlere devam etmektedir.

Şehzade Mehmed 1444 yılında kısa bir süreliğine tahta çıkar, henüz 15 yaşında bir çocuğun tahta çıktığını öğrenen düşmanlar saldırıya geçerler (Koca devleti bir çocuktan ibaret görmüşler ya bravo kendilerine). II. Murad tekrar tahta geçer (Olay: Eğer padişah siz iseniz, devletimizin bu zor gününde ordumuzun başında olmamanız törelerimize uymaz. Yok, eğer padişah ben isem, size emrediyorum, geliniz ve derhal ordularımın başına geçiniz!) ve Mehmed'i Manisaya tekrar yollar. Şehzade Mehmed giderken yalnız gitmez, Kazasker Molla Hüsrev görevini bırakarak Şehzade ile beraber Manisaya döner. Şehzade "Vazifenize devâm edin, zîra memleketin size ihtiyacı var" dediyse de Molla Hüsrev "Manisa'ya giderken sizi yalnız bırakmam uygun olmaz, müsaade buyurun geleyim" diyerek samimiyetini belli etmiştir.

Molla Hüsrev ve Şehzade arasında öğretmenlik ve öğrencilik ilişkisinin yanında arkadaşlık da vardır. Hocaları arasında en  samimi olduğu kişi Molla Hüsrev'dir. Hatta zaman zaman Spil dağına gidip kamp yaptıklarında beraberce İstanbul'un fethinin hayallerine daldıkları da söylenir. Molla Hüsrev mülayim bir insandır, fetihten sonra Ayasofya'da namaz vakti yaklaşıp da içeri girdiğinde bütün cemaat ayağa kalkarmış ve Fatih kendisi için "Günümüzün Ebu Hanifesidir" dermiş.

Molla Gürani ile Şehzade Mehmed arasında daha resmi, ciddi bir ilişki varmış. Mesela Molla Gürani saraya kolay kolay gitmezmiş, Fatih çağırdığında da kırk dereden kırk su getirirmiş. Bir bayram günü yağmuru çamuru bahane etmiş ama Fatih ısrar etmiş ve sarayın Selamlığına kadar at sırtında gelebileceğini iletmiş kendisine.

Akşemseddin ile ilişkileri diğerlerinden çok daha farklıdır. Çünkü Fatih Sultan Mehmed Han "Diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" demiştir kendisi için. İstanbul'un fethinde şehre girişinde kendisine getirilen çiçekleri hocasına takdim ettirmiştir.

II. Murad geleceğin bilincinde olarak Şehzade'nin eğitimine ağırlık vermiştir. Kader de ona yardımcı olmuş görünüyor. "İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir" derler ya Molla Gürani de kalkıp Suriye'den gelmiştir mesela. Köse Şemseddin'i Akşemseddin yapan ve Bayramı Veli ile II. Murad'ın karşısına çıkaran kader değil de nedir?

Şeyh Ebul Vefa Hz. Türbesi

Fatih Sultan Mehmed'in aşk ile bağlı olduğu hocası Şeyh Ebul Vefa hazretleridir. Ancak hiç bir zaman birbirlerinin yüzünü görememişlerdir. Fatih ne zaman kapısına dayansa Vefa Hz. bir bahane bulup geri çevirtmiştir. O içerde Fatih dışarda göz yaşlarına boğulmuşlardır. "Neden Sultan'ın karşısına çıkmıyorsunuz?" diye soran öğrencisine "Korkarım ki padişahımız gönül padişahlığının cezbesine kapılıp devlet umurunu boşlar. Sohbetten alacağı feyzin lezzetiyle padişahlığını unutur ve maazallah devlet-i Osmaniye hüsrana uğrar. Kardeşlerim herkes vazifesini bilip gereğini yapmalı. Bu dünyaya gönül padişahı kadar Cihan padişahı da lâzım" der.

Ebul Vefa Hz., Mehmed Han'ın cenaze namazını kıldırmış ve tabutuna omuz vermiştir. Fatih Sultan Mehmed Han daha önce de Tasavvufa merak salmış ama Akşemseddin tarafından geri çevrilmiştir Ebul Vefa Hz.'nin çevirmesi ile aynı nedenle. Babası II. Murad da Hacı Bayramı Veli'ye öğrenci olmak istemiş ama o da reddedilmiştir. Hocalar en çok da görev bilincini aşılamaya çalışmışlar.

Molla Hüsrev Cami

Molla Hüsrev Cami Vefa lisesinin hemen aşağısında küçük bir camidir ve ibadete açıktır. Şu an sadece minaresi ve çeşmesi ilk dönem yapısıdır. Molla Hüsrev'in türbesi ise Bursa'da Emir Sultan'ın kabrinin karşısında kendi yaptırdığı medresenin bahçesindedir.

Molla Gürani Cami

Molla Gürani Cami (Kilise Cami), Vefa Bozacısının ilerisinde sağdaki yokuşun ucundadır. Eski adı Hagios Theodoros Kilisesi'dir, sonradan yivli minare eklenerek Camiye çevrilmiştir, düz yivli minarelerin İstanbuldaki tek örneğidir. Molla Gürani vefatından önce şöyle vasiyet buyurmuştur: "Beyazıd’a söyleyin âdalet üzere olsun, insanları himaye, beldeleri muhafaza etsin! Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!" Beyazıd Han vasiyete uymak adına çeke çeke mezarına götürtür ancak bir hasır üzerinde yaparlarki saygısızlık olmasın. Kabri Fındıkzadede kendi yaptırdığı cami önündedir.

Şeyh Ebul Vefa Cami ve Ebul Vefa Hz.'nin türbesi Vefa Bozacısının devamında Molla Gürani Cami'nin sol alt çaprasındadır. Günümüzde külliyeden geriye sadece cami, çilehane ve türbesi kalmıştır. Türbe Şeyh'in vefat ettiği zaman yapılmış ve bir çok kez onarım görmüştür. Ancak cami 1908-1910 yıllarında tekrar yapılmak üzere tamamen yıkılmıştır ve araya 1. Dünya savaşının girmesinden dolayı 1994'e kadar başlanamamıştır. Bugün görünen cami ve çilehanesi bu tarihte yapılmıştır.

Fatih Sultan Mehmed demek Hacı Bayramı Veli, Akşemseddin, Şeyh Ebul Vefa, Molla Gürani, Molla Hüsrev demektir. O bir padişahtan ziyade üzerinde itina ile çalışılmış bir ödevdir, görevdir.

Akşemseddin Hazretlerinin türbesi Göynükte bulunmaktadır.



22 Eylül 2012 Cumartesi

Lale Devrinin en uyumlu üçlüsü: Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Fatma Sultan ve Sultan III. Ahmed

İstanbul Gezginlerinin 14. Gezisinde duraklarımızdan biri olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Külliyesi'ni araştırmaya geldi sıra, geziye zaman olarak az kaldığını düşünürsek hızlı olmakta da fayda var. Öğrendiklerimi ve yine beni şaşırtmayı becermiş hikayeleri de fazla uzatmadan paylaşayım.

Külliyenin sahibi adından da anlaşılacağı üzere Nevşehirli Damat İbrahim Paşadır. Ezdin Voyvodası Ali Ağa'nın oğlu olarak 1670 yılında Niğde'nin Muşkara ilçesinde dünyaya gelmiştir. Nevşehirli denmesinin nedeni ise Muşkara'nın, Nevşehir'in eski adı olmasıdır. İbrahim Paşa Sadrazam olduktan sonra yerleşim yerinin adını Nevşehir olarak değiştirerek baştan sona imar etti.

İbrahim Paşa, saraya ilk olarak helvacı olarak girmiş, sonra Baltacı ve Evkaf Katibi olarak görev yapmış ve Şehzade Ahmed'e hizmette bulunmuştur. Şehzadenin tahta çıkması ile 1703 yılında sarayda  Darüssade Ağası Yazıcılığına getirilmiş ama bir müddet sonra Sadrazam Ali Paşa tarafından saraydan uzaklaştırılmıştır (Nedenini bulamadım). Saraydan uzaklaştığı dönemlerde muhasebe üzerine tecrübe edinmiş ve 1712 yılında saraya Harem Dairesi Muhasebecisi olarak geri dönmüştür.

1704 yılında III. Ahmed ve Emetullah Kadın'dan olma Fatma Sultan dünyaya gelir. Kız kardeşlerinin 30'a yakını daha küçük yaşlardayken ölmüştür. 4 yaşına geldiğinde Kubbe Veziri Abdurrahman Paşa ile nişanlandırılır ilkin ancak bir yıl sonra 1709'da Silahdar Ali Ağa daha uygun görülür. 5 yaşında iken göstermelik olarak (Suri) Silahdar Ali Ağa ile evlendirilir böylelikle. 11 Mayısda nişanı, 13 Mayısda nikahı, 16 Mayısda da düğünü yapılır. Nikaha müteakip Silahdar Ali Ağa, Sadrazam Ali Paşa olur. 16 Mayıs gecesi sözde gerdeğe girerler.

1715 yılına gelindiğinde İbrahim Paşa, Mora Seferine Mevkufatçı (Bir çeşit gardiyan, gözaltı memuru) olarak katılır. Sadrazam Ali Paşa komutasındaki ordu Mora Seferi ile Venediklilerin elinden eskiden kaybettiğimiz bir çok yeri geri alır (İşin ilginci bu sefere çıkmamızdaki neden Mora'da yaşayan Ortodoks'ların Venediklelerden memnun olmamaları ve Osmanlı hükümdarlığına girmek istemeleridir). Dönüşte İbrahim Paşa, Ali Paşa tarafından Tahrir (Katiplik) işi ile görevlendirilir.

1716 yılında bu zafere dayanamayan ve Karlofça antlaşmasına aykırı bulan Avusturya, Osmanlıdan Mora'yı Venedik Cumhuriyetine geri vermesini ister, Osmanlı talebi reddedip 150 bin kişilik orduyu yine Sadrazam Ali Paşa komutasında  Avusturya'ya yollar. Karşısında Savoy Prensi Eugen ve 76 bin kişilik bir ordu bulur. Askeri motive etmek ve savaşı canlandırmak isteyen Sadrazam Ali Paşa ön saflara geçer ancak bu hareket onun sonu olur ve şehid düşer. Ordu dağılmak üzereyken daha büyük bir malubiyetten İbrahim Paşa kurtarır ve orduyu toparlar ancak mağlubiyetten kurtaramaz. Savaş dönüşü durumu Padişaha iletmek için Edirne'ye yola çıkar. III. Ahmed çok güvendiği İbrahim paşayı geri göndermeyerek Ruznameci Başı (Muhasebeci/Takvimci başı) yapar, bir kaç gün sonra da Sadaret Kaymakamı (Başbakan yardımcısı/Sadrazam yardımcısı) olarak atar.

Burada küçük bir not düşeceğim. Dikkat ederseniz İbrahim Paşa savaş sonucunu bildirmek için Edirne'ye gidiyor. Peki neden? Başkent İstanbul değil mi? Padişah İstanbul'da değil mi? Sultan III. Ahmed'den önce padişah olan II. Mustafa "Zevk, sefa ve rahatı kendimize haram eylemişizdir." diyerek tahta çıkmış ama sonrasında Edirne'de vur patlasın çal oynasın diyerek av partileri düzenlemiş ve rahata dalmış, sonrasında ise İstanbul'a hiç dönmemiştir. Devlet yönetimini vezirine bırakmıştır ama bu durumu hoş karşılamayan halk ayaklanmış ve Edirne'yi basarak yerine kardeşi III. Ahmed'i oturtmuşlardır. III. Ahmed olayın vehametinin farkına varmış ve İstanbul'a dönmüştür ancak zaman zaman Edirne'ye gelmiş ama daimi olarak kalmamıştır.

Konumuza dönersek; Avusturya mağlubiyetinde Sadrazam Ali Paşa şehid olunca, III. Ahmed kızı Fatma Sultan'ı İbrahim Paşa ile evlendirir. 12 yaşında dul kalan Fatma Sultan 13 yaşında 19 Şubat 1717'de tekrar evlenir böylece. İbrahim Paşa da 1718 yılında Sadrazamlığa atanır. İlk yaptığı iş Pasarofça Antlaşması ile kazanılan bir kaç yeri iade etmesidir.

Lale Devri diye bilinen dönemin başlangıcı bu noktadır. Adı sonradan konulmuştur. Argoda "büyük olaylar öncesi rahat dönem" anlamına gelir. O dönemde sanatta Lale motiflerinin çok kullanılmasından bu döneme Lale devri dendiği anlatılmaktadır. Tasavvufi anlamda mı Lale motifi çizmişler yoksa sanatsal olarak mı beğenip çizmişler doyurucu bir kaynak bulamadım. Ancak dönem Pasarofça sonrası oluşan barış ortamının verdiği rehavettir daha çok.

Mükemmel üçlü:
I. Ahmed'in kardeş katlini kaldırmasından sonra şehzadelerde rahatlama olmuş ve III. Ahmed'e de şehzadelik döneminde rahat rahat eğitim alma imkanı sağlanmıştır. Böylelikle Avrupayı yakından takip etme imkanı bulmuş ve özellikle matbaayı Osmanlıya kazandırmak için çok uğraşmıştır.
Kızı Fatma Sultan, Fransız kültürüne ilgi duymuş ve hatta bir dönem Fransa'nın isteklerini babası ve kocasına kabul ettirmeye de çalışmış. Keza İbrahim Paşa'nın da III. Ahmed ile iyi geçinmesinin en önemli nedeni de benzer özelliklere sahip olmasıdır. Nadide kitapların ucuza Avrupaya satılarak yollanmasını yasaklamış, kütaphaneler tesis ettirmiştir. İlk matbaa İbrahim Müteferrika'nın evinde kurulmuş ve ilk eser basılmıştır (Vankulu Lügati).

Her şeyin bir sonu vardır ya, Lale Devri'nin sonu da yine Sultan'ın yönetime ilgisizliğinden olmuştur. 1722'de başlayan İran savaşının neticelendirilememesi, yalan haberlerin (Sadrazamın emri ile Tebriz'in İran'a bırakılması) yayılması ve yapılan eğlencelerin israf olarak görülmesi neticesinde Yeniçerilerde huzursuzluk baş göstermiştir. 25 Eylül 1730'da On yedinci Ağa bölüğü Yeniçerisi Patrona Halil ve yandaşları ayaklanmayı başlatmışlardır. İlk başta halkın destek vermemesinden korkarak vazgeçmişler ama 3 gün sonra Beyazıd Camii'nin Kaşıkçılar Kapısından yürümeye başlayarak ayaklanmayı resmen başlatmışlardır.

III. Ahmed isyancıların derdini sordurur. İsyancılar İbrahim Paşa dahil 37 kişinin kendilerine teslim edilmelerini isterler. III. Ahmed korkudan damadı ve Sadrazamı İbrahim Paşa, Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa Paşa ve Kethüda Mehmed Paşa'yı boğdurup cenazelerini öküz arabasına koydurarak isyancılara yollar. İsyancılar cesetleri sürükleye sürükleye götürürler.
İbrahim Paşa zamanında Etmeydanına Yeniçeriler faydalansın diye bir çeşme yaptırmıştır. Gel zaman git zaman isyancı Yeniçeriler İbrahim Paşa'nın cesedini bu çeşmeye asarlar. Ancak olay burada da bitmez. Tüm isteklerini yerine getiren III. Ahmed'i indirmek gerekir ve bir bahane gereklidir. İsyancılar cesedin İbrahim Paşa'ya ait olmadığını söyleyerek götürüp sarayın kapısına atarlar. III. Ahmed kendisine ve ailesine zarar gelmemesi karşılığında tahttan inerek yerini oğlu Şehzade Mahmut'a bırakır.

İbrahim Paşa'nın naaşı daha önceden yaptırdığı külliye içerisindeki türbeye defnedilir. Dönemin ünlü şairlerinden Nedim ise isyancılardan kaçarken, damdan dama atlarken düşerek can verir.

Eşi öldürülen, babası tahttan indirilen Fatma Sultan'ın mallarına el konur ve eski saraya gönderilir. Bir müddet sonra hastalanan Fatma Sultan 1. Mahmut tarafından Çırağan sarayına yerleştirilir ve henüz 29 yaşında iken vefaat eder. Cenazesi Yeni Camide Valide Turhan Sultan Türbesi dışına defnedilir.


9 Eylül 2012 Pazar

Babanın oğluna, Padişahın halkına ihaneti: Şehzade Mustafa'nın katli

İstanbul'un tarihini okumak, mekanları yapıldıkları dönem ile değerlendirerek gezmek çok güzel olduğu kadar oldukça da yorucu oluyor. Bir kere doğru kaynaklardan öğrenmeniz gerekiyor, özellikle internetin ve uydurma hikayelerin revaçta olduğu bir dönemde ihtiyatlı davranmakta fayda var.

30 Eylül'de İstanbul Gezginleri grubumuz ile yapacağımız 14. gezimizin ilk durağı olan Şehzadebaşı Külliyesi ile ilgili araştırma yapıyordum ve öğrendimki bu cami bir Mimar Sinan eseri olmaktan öte bir imparatorluğun yıkılmaya başlamasının ilk işaretinin verildiği, sembol sayılabilecek bir esermiş.

Cami, henüz 22 yaşında iken 1543 yılında çiçek hastalığından dolayı Hakkın rahmetine kavuşan Şehzade Mehmet için Kanuni Sultan Süleyman'ın talimatı ile Mimar Sinan'a yaptırılmıştır (1543-1548). Mimar Sinan'ın yarım kubbe mimarisini ilk denediği ve çok başarılı olduğu ve hakkında "Çıraklık eserim" dediği eser olmuştur. Ancak tarihin hızla değişmesi bundan sonrasında başlamıştır.

Muhteşem Yüzyıl ile artık herkesin dikkat kesildiği Mahidevran VS Hürrem savaşı iki dizi karakterinin ötesinde gerçekte türlü canlara mal olmuş gerçek bir savaştır. Sonunda Hürrem Sultan galip gelse de Allah nezdinde kimin galip geleceği meçhuldür.

Şehzade Mustafa, Haseki Mahidevran Gülbahar Sultan'ın oğludur. Şehzade Mehmed, Cihangir, Selim ve Beyazıd, Haseki Hürrem Sultan'ın oğullarıdır. Ancak aynı dönemde yetiştiklerinden birbirlerine oldukça bağlıdırlar. Anneleri arasında çekişme olsa da aralarında düşmanlık yoktur. Şehzade Cihangir sakat ve kambur olduğundan diğer kardeşleri aralarına almayı çok istemezlermiş ancak Şehzade Mustafa onu çok severmiş, Şehzade Cihangir de abisini çok sever ve sayarmış. Daha en baştan Şehzade Cihangir sağlık koşulları nedeni ile Padişahlık yarışından çekilmiş.

Padişahlığa en büyük aday yaş itibarı ile Şehzade Mustafa imiş (1515). Sonra Mehmed (1521), sonra Selim imiş (1524). Saruhan (Manisa) Sancak Beyliği o zamanlar Padişahların çıktığı beylik sayılırmış. Bir sonraki Padişah burada Beylik yaparmış. Şehzade Mustafa, Saruhan Sancak Beyi iken görev yeri değiştirilerek Amasya Sancak Beyliğine getirilmiş. Yerine ise kardeşi Mehmed getirilmiş. Hürrem Sultan'ın Padişah annesi (Valide Sultan) olmak için Kanuni Sultan Süleyman'ı oyuna getirdiği dönemlerin başlangıcı sayılabilecek bir hamle, tarihin akışını değiştirecek bir karar olarak görünüyor. Ancak kader Şehzade Mehmet henüz 22 yaşında iken 1543 yılında çiçek hastalığından vefat etmiş. Yerine ise sonradan padişah olacak Şehzade Selim (2. Selim / Sarı Selim) geçmiş. Şehzade Mustafa'nın Padişah olamayacağı artık perçinlemiş.

Şehzade Mustafa, dedesi Sultan Selim'e kişilik ve görünüş olarak çok benzermiş. Halk ve asker tarafından çok sevilirmiş. Cesur ve korkusuz bir askermiş. Bu yüzden 2. Selim yerine Mustafa geçse idi tarihin gidişatı değişirdi derler. 2. Selim ise alkole ve kadına çok düşkünmüş, döneminde içki ve sefahat ile daha çok meşgul olmuş.

Şehzade Mustafa'nın ölümünde belki dedesine olan benzerliği de rol oynamıştır. Çünkü dedesi Sultan Selim, zamanında Sultan Süleyman'ın da desteği ile babası 2. Beyazıd'ı tahtından zorla indirmiş. Hatta öncesinde Kanuniye şu sözleri sarfetmiştir: "Bil ki oğul, ben sultan olamaz isem sen de olamazsın. Şayet ben sultan olur isem ilk işim kardeşlerinin kellesini almak olacaktır.". Yani bir bakıma 2. Beyazıd'ın başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korkmuş olabilir.

Şehzade Mustafa, gidişatın farkında olsa bile babasına duyduğu saygı ve sevgiden ötürü karşı gelmezmiş ve taparcasına severmiş. Ancak varlığı Hürrem Sultan için her zaman tehdit olarak algılandığından bir şey yapmasa bile yapar gibi gösterilmiş. Hürrem Sultan sağlam bir yandaş bulmuş zaten Rüstem Paşa. Kızı Mihrimah Sultan ile evlendirdiği Rüstem Paşa ile Şehzade Mustafa'nın mührünü kopyalamışlar ve İran Şahına asılsız mektuplar yollamışlar ve cevaplarını Padişaha iletmişler. Güya Şehzade Mustafa, Süleyman Han'ın görevini ifa edemediğini ve artık kendisinin Padişah olması gerektiğini dile getirirmiş. Kanuni belki şahsi egosunu doyurmak için belki Hürrem Sultan'a inancının tam olmasından ötürü anlatılanlara inanmış.

Uzun zamandır ordunun başında sefere çıkmayan Sultan Süleyman orduya haber salmış, Nahçıvan Seferine çıkmış. Mustafa'ya da orduya katılmasını emretmiş. Bazı kaynaklar Cihangir'in de katıldığını söyler. Şehzade Mustafa Konya taraflarında orduya katılmış ve daha gelmeden kulağına Padişah'ın kendisinden dolayı huzursuz olduğu çalınmış ama pek de itibar etmemiş. Bir gece öncesi çadırında kalırken bir ok atılmış çadıra. Okun üzerinde Padişah ile görüşmemesini, öldürüleceğini söyleyen bir yazı yazıyormuş, bunu da önemsememiş ya da kaderine boyun eğmiş artık. Baba buyruğuna karşı çıkmayan Mustafa ertesi gün Sultan Süleyman'ın çadırına varmış. Daha kapıda iken muhafızlar Mustafa'nın kılıcını istemişler. Normalde Padişah'ın karşısına yalnızca Şehzadeler kılıçları ile girebilirlermiş, o gün Mustafa'nın da kılıcının isteniyor oluşu resmen gözden çıkarıldığının işareti imiş. Mustafa üzerindeki silahları teslim etmiş ve çadıra girmiş.

Bu noktada farkı söylemler var, kimi cellatların sonradan geldiğini, kimi 3 celladın başa çıkamadığını ve sonradan 4'ünün daha geldiğini, kimi de 7 celladın en baştan itibaren çadırda olduğunu söyler. Osmanlıda Cellatlar sağır ve dilsiz olurlarmış, öyle değillerse bile dilleri kesilir, kulakları sağır edilirmiş. Devlet sırlarına vakıf olacaklarından konuşmamaları hayırlarına olurmuş, hem de duyarlarsa merhamete gelebilirlermiş. Mustafa'ya da 7 cellat saldırmış nihayetinde. Ellerinde yağlı ibrişim kemendi. O zamana kadar hiç bir taht varisinin kanı dökülmemiş, hep boğularak öldürülmüşler. Mustafa'yı da boğmaya çalışmışlar, ancak güçlü ve kuvvetli yapısıyla Mustafa çok direnmiş. Son olarak Kanuninin Vezirlerinden Zal Mahmud Paşa elindeki baltayı indirmiş Mustafa'nın sırtına, ilk o an dökülmüş padişah soyunun kanı. Cellatlar var güçleriyle sarılmışlar boynuna, boğmuşlar.

Olay gerçekleştiği sırada kimi kaynaklara göre Kanuni de izlemekteymiş. Sonrasında Şehzade Mustafa'nın naaşı otağın önüne asılmış. Yine kimi kaynaklara göre Şehzade Cihangir burada karşılaşmış abisinin cesedi ile, gördüğü manzara ağır gelmiş ve bir kaç ay içerisinde o da üzüntüsünden Hakkın rahmetine kavuşmuş. Kanuni de yeni yapılan bir semte onun adını vermiş. Cihangir.

Olayın Rüstem Paşa'nın başının altından çıktığını düşünen halk ayaklanmış ve sonucunda Rüstem Paşa azledilip sürgüne yollanmış ancak daha sonra yine aynı göreve getirilmiş.

Şehzade Mustafa'nın cenazesi Bursa'ya gönderilmiş, bu sırada celladlar Mustafa'nın oğlu Mehmed'i de boğmuşlar. Koca imparatorluk küçücük bir çocuğun intikam duygusundan korkmuş yani.

Mahidevran Sultan, oğlunun ölümünden sonra Bursa'dan hiç çıkmamış, fakirlikle sınanmış. Koca imparatorluğun en parlak Padişahının eşlerinden biri olmasına rağmen fakirlik ile yüzleşmiş, maaşını yıllar sonra Hürrem Sultan'ın ölümü ile 2. selim bağlamış ve Şehzade Mustafa'ya kardeşlik görevini yaparak bir türbe yaptırmış.

Mahidevran Sultan vefat edince oğlunun yanına gömülmüş.

Şehzade Mehmed'in varlığı nedeni ile Mustafa görevinden alındı ve kaderi baba emri ile öldürülmekle sonlandı. Şehzade Mehmed'in yokluğu nedeni ile yerine Şehzade Selim geçti ve imparatorluk durgunluk dönemine girdi, sonrasında da hızla küçülme ve yok olmaya doğru gitti. Bu yüzden Şehzade Mehmed'in ölümü nedeni ile yaptırılan Şehzadebaşı Külliyesi Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından birini işaret ediyor.